er adımda gıcırdıyordu ayakkabıları altında ezilen çakıl taşlarıyla bezenmiş patika. Güneş öğlen sıcağını tüm gücüyle yeryüzüne sunarken en yakındaki şehir üç günlük mesafedeydi. Gecenin gönlünden işlenmişçesine dalgalanan siyah pelerini onu gün ortasında gezgin bir gölgeye çeviriyordu. 1.70 boylarındaydı, otuzlu yaşlarına yaklaşmış ya da o yaşlardaymış gibi görünüyordu. Cüppesi kadar kara; ancak daha tedirgin edici bakışları olan siyah gözleri vardı. Saçları doğa ana için gözyaşı döken bulutların göğü örttüğü zaman ki grilikteydi. Orman perilerinin fısıltılarını taşıyan hafif bir meltem birkaç gri perçemi gözlerine düşürdü. At nallarının tek düze tınısı çarptı az sonra kulaklarına. Ardından geliyordu, yaşlı, boğuk bir sesin savurduğu küfürler duyuldu. Küçük bir fayton yaklaşıyordu. Tahminen önlerinde uzanan patikanın onları götüreceği Egzona' daki panayıra gidiyordu. Yanından geçmek üzereydi fayton. Binicisi bağırdı, ardından kendini duyamayacak kadar yaşlı ve çelimsiz gibi görünen katıra daha da yüksek sesle bağırmaya başladı;
"Dur seni kahrolasıca yaşlı, pireli katır! Dur!"
İskeletten biraz daha fazlasıymış gibi görünen boz rengi katır duruverdi ağır aksak. Sürücü soluk turuncu bir cüppenin üstüne parlak mavi bir şal giymiş, yaşlı, kamburu çıkmış bir kadındı. Beyaz saçları yer yer dökülmüştü, kınalı, kemikli parmaklarında koyu renk, kırılmış tırnaklar vardı. Boynunda görüntüsüne tezat oluşturan zarif, altın zincirli bir madalyon asılıydı. Zehir yeşili gözlerle süzdü faytonun yanından yürümekte olan siyah cüppeliyi. Ardından işveli bir sesle konuştu;
"Şehre mi gidiyorsun genç adam?"
"Evet" dedi tekdüze bir sesle, kadına bakmadan. Kırbaçları şaklattı yaşlı kadın ve kemikleri çıkmış katır yavaşça yürümeye başladı. Kadınla adamın aynı hizada kalmasını sağlıyordu.
"Yürüyerek mi gideceksin yoksa? Neden yaşlı Cassy' ye eşlik etmiyorsun?"
"Karşılığında ne istiyorsun?" diye sordu aynı ilgisiz ses tonuyla yere bakmayı sürdürerek.
"Ah, yaşlı Cassy' ye hakaret ediyorsun genç adam," Ardından, boğuk bir öksürükle kesilmeden önce gevrek gevrek güldü. "Yine de, belki sırtımı ağrıtan tüm o ağır işler için bana biraz yardımcı olabilirsin."
Kara cüppeli yaşlı kadına doğru çevirdi kafasını. Ağzını açtı, 'hayır' demeye hazırlanarak; ama "Pekâlâ, eşlik edeceğim," çıktı dudakları arasından.
"Evet" dedi tekdüze bir sesle, kadına bakmadan. Kırbaçları şaklattı yaşlı kadın ve kemikleri çıkmış katır yavaşça yürümeye başladı. Kadınla adamın aynı hizada kalmasını sağlıyordu.
"Yürüyerek mi gideceksin yoksa? Neden yaşlı Cassy' ye eşlik etmiyorsun?"
"Karşılığında ne istiyorsun?" diye sordu aynı ilgisiz ses tonuyla yere bakmayı sürdürerek.
"Ah, yaşlı Cassy' ye hakaret ediyorsun genç adam," Ardından, boğuk bir öksürükle kesilmeden önce gevrek gevrek güldü. "Yine de, belki sırtımı ağrıtan tüm o ağır işler için bana biraz yardımcı olabilirsin."
Kara cüppeli yaşlı kadına doğru çevirdi kafasını. Ağzını açtı, 'hayır' demeye hazırlanarak; ama "Pekâlâ, eşlik edeceğim," çıktı dudakları arasından.
Yaşlı kadının gözlerindeki garip parlamayı ve suratına yayılıp sarı, dökülmüş dişlerini ortaya çıkaran sırıtışını ansızın kopardığı bir feryat böldü. Sürücü yerinden aşağı doğru sendeledi. O sırada bir tıkırtı patırtı koptu faytonun içinden. Bir şey ya da biri sanki tekmeler atıyordu. Kendini toparlayıp hışımla ardını döndü yaşlı kadın.
"Seni küçük fahişe!" diye bağırıp faytonun içine girdi yarı beline kadar ve ata savurduğu kamçıyı içeride şaklattı bir kaç kez. Bir tekme daha yedi, bu sefer suratına. Küfürler savurarak çakıl yola yuvarlandı gerisin geri. Yıllardır savaşmanın getirdiği çabuklukla ilk aklına gelen büyüyü yapmak için kesesine uzanmıştı büyücü. Sonra hızla yukarı, faytona tırmanıp içeri bakmak için hamle yaptı. En fazla yirmili yaşlarının başında genç bir kadındı bu, toprak rengi gözleri nefret doluydu. Elleri arkasında sımsıkı, kalın iplerle, ağzı da eski bir bez parçasıyla bağlanmıştı. Paçavralar içindeydi. Aç bırakıldığı ve sürekli dayak yediği belli oluyordu; ama buna rağmen hiçte çıt kırıldım bir görüntüsü yoktu. Yeni yediği kırbacın izleri kızıl kızıl parlıyordu. Onlar dışında da başka, eski yaralarda taşıyordu. Batan günün turuncu ışıklarından çalınmıştı saçlarının rengi, omuzlarına dağılıyordu tel tel, kir içindeydiler.
"Neler oluyor burada?" diyerek baktı yaşlı kadına büyücü. Nidalar koyup altına yuvarlandığı katırın altından çıktı kadın emekleyerek. Büyücü ilk kez olmak üzere yaşlı kadının zehir yeşili gözlerini yakaladı. Kendi, simsiyah, kara delik misali bakışları kadının yozlaşmış ruhunu hapsediyor, onu okuyor, konuşması için sıkıştırıyordu adeta.
"O bir köle, işe yaramaz aptal bir kız sadece!" dedi kadın, düşünceleri sözcük olup ağzından çekilip alınmış gibi. Büyücü, kara gözlerinde öfke, dudaklarında korkunç bir gülümsemeyle durdu kadının karşısında. Ona doğru eğildi, yaklaştı, ellerini alnı hizasında kaldırdı ve birkaç büyülü sözcük söyledi. Yaşlı cadının yüreğine, alev yurdunun efsanevi yaratıklarını, kimi dizelerde tanrıların tasviri olarak adlanıp, kimi yazıtlarda en ölümcül düşmanlar olarak adları geçenlerin, ejderlerin taşıdıkları heybetin, ölümlü bir varlıkta yaratacağı kâbuslar dolusu korkuları saldı. Göz bebekleri küçüldü kadının, alt dudağı sarktı, tir tir titriyordu. Tükürükleri ağzının kenarından akmaya başladı ve ardından etrafa yayılan pis bir kokuyla tutmayan dizlerinin üzerinde daha fazla kalamadı. Yan tarafında bir takırtı oldu büyücünün, genç kadın çabalayıp birkaç santim geriye itmişti kendini. Dışarıda neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ardından bir şeyin yere yığıldığını duydu. Yaşlı kadın, ağzından köpükler saçarak olduğu yere devrildi. Hâlâ yaşıyordu gerçi; ama şuuru bir süre onun yakınına uğramayacak gibi görünüyordu.
Büyücü tekrar faytonun içine dönüp temkinli adımlarla içeriye girdi ve bağlı duran köleye yaklaştı.
"Seni çözeceğim, zarar vermek gibi bir niyetim yok. Beni anlıyor musun?" dedi. Kadının bakışlarında bir değişiklik yoktu, başını onaylarcasına salladı; ama bağlı ve savunmasız görünse de gevşemediği aşikârdı. Adam, hızlı bir şekilde, nerden geldiği belli olmayan bir bıçağı iplere savurdu. İpleri kesti ve yerden kalkması için elini uzattı. Tuhaf, baharatımsı bir koku vardı kadının üzerine, insanın içini gıcıklayan. Genç kadın, büyücünün elini tutmadı. Gözlerindeki nefret gitmişti; ama hâlâ güven duymuyordu. Ağzındaki bezi çıkarıp attı, konuşmadı, sadece gözlerinin içine baktı adamın. Büyücü alaycı sesiyle "Sana zarar vermek isteseydim ki hiçbir şekilde ilgi alanımda değilsin, bunu sen bağlıyken çok daha kolay yapardım. Şimdi, aptal şövalyeler gibi davranmaya devam edeceksen eğer burada daha fazla kalmak gibi bir niyetim yok. Geliyor musun?"
"Ah, ne kadarda nazik bir beyefendi," dedi kadın aynı alayla. Ardından, sağa sola bakındı. Birkaç yeri kurcalayıp birkaç kötü söz söyledi. Sonra iniverdi faytondan aşağı. Yaşlı kadını gördü, bir ona bir büyücüye baktı, "Öldü mü?"
"Hayır, sadece geçici bir süreyle aklını kaybetti. Belki birkaç saate düzelir, belki de korkudan çıldırmıştır tamamen. Kim bilir?" diye karşılık verdi omuz silkerek. Sesinde en ufak bir duygu belirtisi yoktu. Genç kadın, yaşlı cadıyı dürtükleyip duraksadı. Ardından hışımla elini uzatıp altın zincirli madalyonu çekip çıkardı. Altın zincirin ucundakine bakışları düştüğünde anlık bir şefkat parıltısı belirip kayboldu gözlerinde. Kırbaç izleri hafifçe kanıyordu; ama onları hissetmiyor ya da hissetmiyormuş gibi davranıyordu. Dönüp ata baktı, ağzının içini kontrol etti, kulaklarını, "Cadı karı ölmediyse bile bu zavallıcık yakında gidecek," atın boynunu okşadı. Büyücü tekrar omuz silkti. Yavaş adımlarla yürümeye başladı şehre doğru. Omzunun üzerinden kıza baktı bir anlığına.
"Şehre gidiyorum, bir han bulmak için. O yöne gidiyorsan benimle gel, daha güvende olursun."
Kadın, atın bağlarını çözdü bu sırada. Onu patikanın dışındaki yeşilliklere doğru iteledi. Ardından büyücünün yanında, onun adımlarına ayak uydurmuş şikâyet etmeden yürümeye başladı. Harap haline rağmen mağrur bir havası vardı.
"Egzona..." diye mırıldandı, "Eski Topraklar üzerine kurulmuş eski dört şehirden biri öyle değil mi..." sorudan çok sesli düşünüyor gibiydi, "... sonsuz zevk ve şehvet..." Yan gözlerle Büyücüye baktı. Omuz silkti ve sırtının acısıyla hafifçe yüzünü buruşturdu ve başını başka yöne çevirdi.
"Yaraların ne durumda?" diye sordu. Bu sefer sesinde gizleyemediği acı ve şefkatli bir tını vardı. Yüzünü döndü, kahve gözleriyle baktı. Ufak bir duraksamadan sonra "Kılıç yaralarından ve saplanan oklardan kötü değiller," diye mırıldandı.
"Peki, senin kılıç ve ok yaraları hakkındaki derin bilgin nereden gelmekte?" sesindeki alaycılığı gizleyememişti. Saçlarını diğer omzuna doğru topladı kadın ve kulağının altında, boynundaki dövmeyi gösterdi. Bu bir semenderdi. Batı topraklarındaki krallıkları ait bir armaydı, ordudaki şövalyelere. Hepsine bu dövme, generalleri tarafından işlenirdi. Kadın saçlarını düzeltti. Bakışları ileriye dönüktü, konuşmadı. Adımlarının hızı hâlâ büyücününkilerle birdi.
"Bir asker? Hem de krala bağlı? Sanırım aranız çok iyi olmalı. Köle olarak bir cadaloza mahkûm olduğun düşünülürse özellikle."
Gülümsedi genç kadın, "Evet, beni aramak için çok değerli poposunu kuş tüyü yastıklarından kaldırmadığı kesin."
"Merak etme genelde öyle yapmazlar. Esasında tuhaf olan kısmı biz--"
Arkasına döndü hışımla, ağzından örümcekvari kelimeler dökülürken deli gibi etrafına bakıyordu. Öğlenin kalbinde, tam arkalarındaki yolda bir gölge göründü şekli olmayan ve orada öylece durdu insan şeklini alırken. Kadın tek kaşını kaldırıp baktı.
"Endişelenmeli miyim? Zira uzun zamandır pratik yapmadım," dedi, ikinci cümlesinde hafif bir alay tınısı vardı.
"Uzun zaman oldu Zeth," dedi gölge kişi. İnsan gibi görünse de asla sabit bir şekli yoktu. Sanki bir yansıma gibiydi. Büyücü gözlerini gölgeden ayırmaksızın kadının sorusunu cevapladı.
"Endişelenmelisin sanırım. Pek sevilen biri değilimdir genelde. Özellikle kara büyücüler tarafından." Sözcükler dudaklarından akarken sesindeki öfke insanın tüylerini diken diken ediyordu.
"Kara büyücü? Ah peki sen nesin ufaklık? Bir rahip mi? Yoksa sevgiline kendini tanıtmadın mı?" Tatsız bir kahkaha attı gölge.
"Hıh, en azından fahişen falan demedi," diye mırıldandı kadın. Sonra Büyücüye dönüp, "Kılıcın falan yoktur değil mi?"
"Tabii, zırhımın içinde bir tane var istiyorsan alabilirsin hayatım," dudaklarına bir gülümseme yayıldı, gölgeye döndü, "Efendin son zamanlarda ne durumda? Son görüşmemizde birazcık… uhmm, nasıl denir? Hah, ateşliydi."
Gölge öfkeyle uludu, "SEN BENİM EFENDİM HAKKINDA KONUŞMAYA NASIL CÜRRET EDERSİN !!" Sesi soğuk çıkıyordu. Çattık, diye düşündü genç kadın. Büyücüye çevirdi bakışlarını, adamın suratında hâlâ bariz bir gülümseme vardı. Gölge ise bağırmaya, nefretiyle birlikte sözcükleri kusmaya devam ediyordu.
"Sen onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Seni küçük solucan, aşağılık böcek, seni küçük pi--"
Gölgenin etrafını ansızın siyah şekiller sardı, uçuşmaya ve onu sıkıştırmaya başladılar. Ormanın derinliklerinde kuş sürülerini bile mavi göğe kaçıracak acı dolu bir çığlık attı yok olmadan hemen önce. Kadın, eciş bücüş hale gelip biraz önce orada olan; ama şimdi olmayan şeye baktı, ya da çatmadık, diye düşündü ve dudaklarının kenarı hafifçe kıvrılırken, "Panayır öncesi özel gösterim. Hanımlar, lütfen üç yaşın altındaki çocuklarınızı sahneden uzak tutun," diye mırıldandı alayla. Zeth kıza döndü, "Hep aynı hakaretler. İnsan o kadar yaşayınca yeni bir şey bulunur sanıyor. Her neyse, arkadaşımızın söylediği gibi adım Zeth. Senin ki ne?" Sanki yeni tanışmışlar da sakin sakin konuşuyorlarmış gibi bakıyordu. Kadın bakışlarında bir eğlence havasıyla baktı büyücüye.
"Myra."
"Güzel bir isim. Yani sanırım öyledir. Peki, neden kölelik gibi geleceği parlak bir meslek seçtin bakalım?"
Kadın, Büyücüye baktı. Bakışlarında muzip bir eda vardı dudakları sırıtıyordu, "İyi yürekli, yakışıklı, beyaz atlı bir prensin gelip beni kurtaracağını ve uzaklardaki bir vadinin kraliçesi yapacağını hayal etmiştim."
"Masallar umduğun gibi bitmez. En azından artık özgürsün. Bu şehirdeki biriyle bir işimvar. Belki benimle gelebilirsin, belki bizi karı-koca bile sanabilirler," genç kadına muzip bir bakış attı ve bunu soğuk bir kahkahayla süsledi.
"Ah," dedi kadın, "Egzona' nın var oluş amacına karşı gelme. Orada karı-kocalar için bile şehvet soslu, şerbetli günah doludur kadehler. Ne bir yudum az, ne bir yudum fazla," kur yapan bir bar kızı gibi hafif meşrep bir bakış attı büyücüye, sonra bir anda kişiliği içerlemiş genç bir kızınkine büründü, "Hem, hangi koca, karısını böyle giydirir ki?" ve tınılı ufak bir kahkaha attı.
~*~
Ay' ın kızları, yıldızlar göz kırpıyordu siyah perdelerin arasından. Patikadan fazla uzak olmayan, ağaçlık bir alanın altında usul usul çıtırdayarak alevlenmiş bir kamp ateşi vardı. Sıcak bir meltem gibi, çevresine oturmuş iki yabancının tenlerini yalayıp geçiyordu. İkiliden biri genççe bir kadındı. Paçavraların içinde, oturduğu çimenliğin üstünde bacaklarını kendine doğru çekmiş, onlara sarmalamış kollarını ve başını da kollarına dayamıştı. Toprak bakışları alevin kızıl-sarı perçemleri arasında kaybolup gitmişti. Gece kuşlarının çığlıkları duyuluyordu ormanın derinliklerinden, birilerinin akşam yemeğini bulduğu belli oluyordu. Diğeri ise ondan birkaç yaş büyük bir adamdı. Siyah cüppesinin ardından bir kütüğe tünemiş, sakin sakin bir kitabını sararmış sayfaları arasına gömülmüştü. Öyle derinlere dalıp gitmişti ki kafasına ağaçtan bir dal parçası düşünce bile kımıldamamıştı.
Genç kadın ansızın gerinip oturuşunu değiştirdi, etrafa bakındı, sonra kalkıp fazla uzaklaşmadan çevrede dolaştı. Büyücüye doğru döndü, bir şey soracaktı, vazgeçti. Kafasını kaşıdı, bir şeyler düşünüyor gibiydi. Sonra etraftaki birkaç dal parçasını alıp evirip çevirdi. Yavaşça ateşe yaklaştı, üstlerindeki küçük dalları ayıklayıp bunları ateşe bıraktı. Büyücüye kaçamak bir bakış attı, adam hâlâ eski sayfaların arasına gömülüydü. Omuz silkti ve adım adım ormanın derinliklerine inmeye koyuldu. Büyücü kızın uzaklaştığını hissedince göz ucuyla ona baktı. Bir süre arkasından gidişini seyretti. Sonra yerinden sessizce kalktı ve kızı takip etmeye başladı.
Myra ilerlerken elindeki iki dalı da birer birer iki ye böldü. Kısa; ama sivri sayılacak dört ince dalı vardı şimdi. Yaklaşık on beş dakika boyunca onlarla yürüdü. Olabildiğince hafif adımlar atmaya, çevrede olan herhangi bir şeyi, ürkütüp başına bela almamayı umut ediyordu. Silahsız olmak onu gerçekten rahatsız etmeye başlamıştı. Birkaç adım sonra su sesleri gelmeye başladı kulağında. Yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu. Sıkıcı harita ve coğrafya derslerine şükürler olsun. Adımlarını azıcık hızlandırıp sesin geldiği yöne doğru yöneldi. Kamburu çıkmış, sıska ay önünü çok az aydınlatsa da oynaşan dalgalara yansıyışı görülmeye değerdi. Genç kadın nehre yaklaştı ve ayağının ucuyla suya dokundu. Su buz gibiydi, geri çekildi biraz. Düşünüyor gibiydi.
Elbette düşüncelere kendini kaptıran bir tek Myra değildi. Zeth' in zihnine birkaç tanesine esir olmuştu çoktan. Büyüleri ve şu elindeki kitapla ilgili kafasına taktığı birkaç şey vardı. Üstünde sürekli çalışmasına rağmen istediği sonucu vermeyen bir büyü? Acaba nerede hata yapıyordu? Kendi kedine bu soruları sorarken ansızın kafasını nehirden yana çevirdi ve tam da bu sırada; kızı, elbisesini, suyu ve tekrar kızı gördü (Tamam, ikinci bakışı yanlışlık olmayabilirdi belki). Genelde insanlarla bir arada durmaya pek alışkın değildi; ama bu gördüğü manzaranın tuhaflığını arttırmaya yetti sadece. Myra, nehrin soğuk suyuna yaşlı ayın soluk ışığı altında bile orman perilerini kıskandıracak biçimli, yara izleri olmasa asker olduğunu belli etmeyecek bir vücutla atlamıştı. Genç kadın, dalları alıp yavaşça suya girdi. Bir süre yüzüp ardından suyun altına daldı Myra. Sonra nefes almak için yüzeye çıktı, saçlarını kamçılar gibi geriye savurdu. Kalçasına kadar suyun dışındaydı. Boştaki eliyle suları yüzünden sildi. Soluk ayın ışığında yüzündeki gülümseme çok rahat seçiliyordu, suyla, sevgilisiyle oynaşan genç bir âşık gibi oynuyordu. Boynuna kadar suya girip dalgalara karşı yüzdü, daldı, çıktı.
Zeth, kalakaldığı yerden kendine gelince nehrin kıyısına yaklaştı.
"Yüzmek için iyi bir akşam. Özellikle yalnız olarak gece karanlığında yüzmek mükemmel bir fikir gibi gelse de bence birkaç pürüz çıkabilir."
Genç kadın dudaklarından ufak bir çığlık kaçırıp aceleyle çenesine kadar suya girdi, "Se-sen? Ne halt ediyorsun sen orada?!" diye bağırdı hışımla.
"Gecenin keyfini çıkarıyordum. Merak etme, seni seyretmeye gelmedim; ama bir daha bir yere gideceksen, kendi iyiliğin için habersiz gitme," sinsi gülümsemesi yüzüne yayıldı, tam giderken arkasını dönüp "Ayrıca o paçavradan kurtulmanı söylerken yerine yeni bir şey almanı kastediyordum," kamp yerine doğru yürümeye başladı. Büyücü, ardından birkaç kötü söz işitti, genç bir bayanın dudaklarına yakışmayacak sözlerdi bunlar. Myra sadece gözleri dışarıda kalacak kadar suyun içine çekti kendini. Ay biraz daha parlak olsaydı yanaklarındaki kızarıklıkları bu küçük hamlesi bile saklamaya yetmezdi. Büyücünün ardından, gittiği yönü izledi bir süre, sonra tekrar suya daldı.
Paçavralarını tekrar giyerken ince dallarda da kıvrılıp, sallanan parlak kaygan gövdeler vardı. Kamp alanına doğru ilerledi. Saçlarını toplayıp, bir dal parçası geçirmişti. Kumaşın altından ıslak teninin hatları sırıtıyordu. Ateşe yaklaştı, dallardan ikisini büyücüye savurdu; ama daha büyücüye çarpmadan yere düştüler. Zeth, her ne kadar insanlarla pek birlikte olmasa da bu hamleyi bir kadından bekliyordu. Gerçi daha büyük bir dal düşünmüştü; ama bu daha iyiydi. Myra balıkların düşmesini umursamadı ve büyücünün suratına bakmadan kendi yerine geçip dallardan birini ateşe tutmaya başladı.
"Karnın acıktı mı?" diye sordu kıza.
"Yoo, balıkları süs olsun diye avladım," dedi Myra. Dalı hafifçe çevirmeye başladı alevlerin içinde. Kitaptan başını kaldırınca hakikaten balık avlamış olduğunu fark etti Zeth. Keselerinden birini açtı ve içerisinden oraya sığması imkânsız olan bir şişe şarap, biraz meyve çıkardı. Kıza uzattı ve gülümsedi. Kadın elinin tersini kaldırıp istemediğini belirtti, balıktan hafif cızırtılar yükseliyordu. Ateşten çekip hafifçe yokladı ve sonra ateşe geri soktu. Saçlarından su damlaları süzülüyordu ensesine. Kırbaç izleri hafif hafif kabuk bağlamaya başlamıştı. Birkaç kez daha çevirdi balığı. Sonra, piştiğinden emin olduğunda, onu hafifçe didikleyip yemeye koyuldu. Birkaç lokma sonra, "Baharat olarak balığını topraklayan birini ilk kez görüyorum."
Büyücüye çarpmadan düşen balıklar ormanın toprak zemininde yatıyorlardı. Balıkları yerden kaldırdı ve ateşe tutmaya başladı, "Balıklar için teşekkürler" dedi sakince. Şarabı ve meyveleri kesesine geri koydu, başka bir keseden bir baharat çıkardı ve balıkların üzerine biraz serpti. Kadına isteyip istemediğini sorarcasına baktığın da Myra kafasını salladı, "Uzun bir süre herhangi bir otu yemeyeceğim, sağ ol" dedi durgun bir sesle. Bu sırada diğer dalı ateşe doğru toprağa sapladı.
Balıkları ateşte pişerken, Zeth bir yandan kızı süzmeye başladı. Ayık bir cüce kadar inatçı ve saldırgandı. Cesurdu; ama aynı zamanda kırılgandı. Utangaç olduğu için geldiğinden beri onu terslediğini biliyordu. Eğer balığı biraz daha ateşte tutarsa yanacak olmasaydı düşüncelerine devam edebilirdi tabii; ama balıkla ilgilenince düşünceleri bölündü. Yemeği bitince, parmaklarını uçları ıslanmış eteğinin bir köşesine sildi Myra. Ardından saçındaki dalı çıkardı, tutamları bir bilerine doğru kıvırıp suyunu sıktı. Bu işlemi gelmeden önce birkaç kez tekrarladığı, saçlarının burgu burgu oluşundan belliydi. Saçlarını tekrar topladı ve küçük dal parçasını turuncu tutamların arasına soktu. İkinci balığa uzanmadan önce avuçlarını bir birlerine sürtüp sonrada kendine sarılırmışçasına kollarını sıvazladı. Balığı ateşten çekip biraz yokladı ve ufak lokmalar koparıp yemeye başladı. Kahverengi gözleri ateşin çıtırtılı kızıllığı arasında kaybolmuştu. Çıplak boynundan göğsüne inip paçavranın ardında kaybolan altın bir zincir parıldayıp metalik sakinliğine geri döndü.
Üşüyor, diye düşündü Zeth, ama yardım istemektense donarak ölmeyi tercih edecek biri gibi görünüyor. Yanında hasta birini taşımak, yapmak zorunda kalacağı son şeylerden biri olmalıydı. Ayağa kalktı, yolculuk eşyaları arasından bir pelerin buldu ve kıza uzattı. Myra, tam tersleyip istemediğini söylemeye kalkıyordu ki artarda iki kez hapşırdı. Duraladı, ardından büyücüye bakmadan pelerini aldı ve sırtına örttü. Teşekkür etti, eskisine nazaran daha sıcaktı şimdi. O, balığını kemirmeye devam ederken Zeth de yerine oturup sakince kendininkini bitirdi. Ardından kitabını açıp okumaya başladı tekrar. Arada bir Myra' ya kaçamak bakışlar atıyordu; kadın yorgun görünüyordu. Uzun yolları düşünülürse çok fazla uyanık kalamazdı. Kılçıkları ve dalları attı kadın. Düşünceli bir şekilde işaret parmağının ucunu kemirdi. Sonra büyücüye baktı, yine o kitaba gömülmüştü.
"Bütün gece uyanık kalmaya mı karar verdin?"
"Belki. Yat uyu yarın yolumuz uzun."
"Dadılık yapmana gerek yok," dedi sakince, ses tonu pek alaylı değildi. Gözlerini ateşe dikip pelerine biraz daha sıkı sarıldı, saçına taktığı dal parçası düşüp turuncu tutamları siyah kumaşın üstüne dağıttı, "Unutma, ben bir savaşçıyım. Göründüğümden daha dayanıklıyımdır. Bütün gece uyumaya ihtiyacım yok," diye mırıldandı, ardından tekrar büyücüye baktı, "Yorulduğun zaman uyandır, nöbet tutabilirim." Pelerine biraz daha sıkı sarılıp bacaklarını kendine çekti iyice ve ardındaki bir ağaç kökünü kendine yastık belleyip ona dayandı.
"Sen bilirsin. Büyüyü bu gece çözemeyeceğim kesin," dedi ve uzandı büyücü. Yerdeyken, kadının anlamadığı birkaç söz mırıldanıp bir-iki şekil çizdi havaya. Bir anlığına sanki rüzgâr kuvvetli esti ve sonra her şey normale döndü. Zeth gözlerini kapadı. Kadın bakışlarını devirip pozisyonunu uzanmaktan, oturmaya çevirdi. Birkaç kuru dal attı ateşe. Giysisi ıslak olduğu için biraz üşüyordu hâlâ. Çıkarmayı düşündü... Adama bir göz attı; ama vazgeçti. Gerçekten uyuyup uyumadığından bile emin değildi. Patikanın uzaklarından gelip geçen nal sesleri ve ozanların tellerini okşadığı çalgıların şakıyışı duyuluyordu. Birkaç faytonluk bir konvoy Egzona' ya gidiyordu anlaşılan. Kadının gözleri ateşin derinliklerine kaymıştı. Düşünceler zihnini esir almıştı. Dudaklarında ufak, tatlı, çocuksu bir tebessüm belirdi. Sonra asınızın dondu ve yok oldu. Başını kollarının arasına gömdü, birkaç dakika öyle kaldı. Derin bir nefes alıp başını geri kaldırdığında saçlarını yüzünden geriye sıvadı. Bağdaş kurdu, pelerine sarıldı. Ozanların uzaktan gelen ezgilerine hafif bir mırıltıyla eşlik etti.
Elini pelerinin altından göğsüne doğru uzatıp madalyonu çıkardı. Madalyonun üstüne zarif bir 'L' harfi işlenmişti. Bir süre sonra, büyücüye çevirdi bakışlarını. Kamp ateşindeki yüzünü inceledi. Daha önce dikkatle bakmamış olduğunu fark etti. Kambur ay, kızları yıldızlarla gecenin içinde yer değiştiriyordu. İç çekti Myra.
"Ah, söyle küçük Lorraine... Evini mi özledin?" diye mırıldandı kendi kendine. Ateşi dürtükleyip birkaç kuru dal daha attı. Zeth, bir süre daha kadını dinledi. Sonra zihnini boşalttı ve uykuya daldı. Arada rüzgâr uğulduyordu; ama ortada esinti yoktu.
Sırtını ağaca dayadı ve başını yukarı dikip dalların arasından sırıtan yıldızları izledi genç kadın. "Bir Kara Büyücü' nün neden nöbetçiye ihtiyacı olsun ki..." diye mırıldandı sonra tekrar, sesli düşünüyor ya da kafasında yarattığıyla biriyle konuşuyor gibiydi. Tekrar iç çekti. Göz kapakları indi hafifçe. Rahatsız bir uykunun kollarına düştüğünü hissetti. Tedirgindi... Yine de yerinden sıçramaya her an hazır, oldukça hafif bir uykuya bıraktı kendini.
~*~
Gecenin koyuluğu kendini puslu, pembemsi bir griye bırakıyordu yavaşça. İsimsiz Olan' ın* avuçlarından uyanan güneş, kızı şafağı müjdeliyordu usulca. Yakınlardaki nehrin tatlı köpürüşü ormanın sessizliğinde bir fısıltı gibi gezginlerin kulaklarına takılıyordu. O narin uğultuların arasından, uzaktanmış ve aynı zamanda yakındanmış gibi gelen tiz bir ses büyücünün dibinden yükseldi.
"Efendiiii! Uyaaaaannn! Sabaaaaah!"
Zeth olduğu yerde yüzünü buruşturdu önce, sonra daha gözlerini açmadan, "Sağ ol Arion," diye mırıldandı hava elementine, "gidebilirsin şimdilik." Birkaç dakika daha olduğu yerde yattıktan sonra gerindi, doğrulup etrafına bakındı. Doğmakta olan günün ilk ışıklarında kadını gördü. Takılan bakışlarını tekrar gerçekliğe doğru çekip ayağa kalktı ve tekrar gerindi. Yola devam etmeleri gerekiyordu, en azından kendisinin yola devam etmesi gerekiyordu. Kadının yanına ilerleyip üzerine doğru eğildi uyandırmak için; ama genç kadının elini göğsünde hissetti. Zeth bu kadar hızlı bir tepki beklemediği kendi kedine itiraf etmek zorunda kaldı. Gözleri kapalı, "Günaydın öpücüğüne ihtiyacım olduğunu düşünmüyorsun herhalde," dedi Myra. Kahverengi gözlerini araladı yavaşça, eli hâlâ büyücünün göğsündeydi.
"Emin ol aklımdan geçmedi. Gün ışığını kaçırmamız lazım yolumuz uzun."
Myra elini geri çekip doğrulurken, Zeth' de çantasına doğru yürüyüp eşyalarını toparlamaya başladı. Genç kadın parmaklarının ucunda yükselip kollarını olabildiğince yukarı uzatarak tekrar gerindi. Pelerini tuttu, savurdu ve el çabukluğuyla katlayıp büyücüye uzatırken teşekkür etti tekrar. Zeth, onu ve kitaplarını düzgünce yerleştirdikten sonra bir anlığında yola baktı, yola çıkmak için hazırdılar.
"Haydi, gidelim," dedi ve yürümeye başladı. Myra çıplak ayaklarıyla onun adımlarına ayak uyduruyordu. Sessizdi, üstündeki paçavrayı çekiştirdi biraz. Bir kaç adım sonra patika çıktı karşılarına, üzerinde birçok nal ve tekerlek izi vardı. Zeth' in yüzüne bir sıkıntı ifadesi yerleşti, Myra' nın ayaklarına baktı ve ardından da gidecekleri yöne. Yolları uzundu.
"Çıplak ayakla bu kadar yolu gidemezsin. Bir kervan ya da fayton bulmalıyız," dedi yolun diğer tarafına bakınarak. Uzaktan, sallana sallana gelen bir fayton gördü.
"Arabadakilere gelmemizde sakınca olup olmayacağını sor. Ücretini vereceğiz."
"Hizmetçin gibi mi duruyorum?"
"Bir düşünelim bakalım, genç bir kadın için mi dururlar yoksa kara cüppeli bir büyücü için mi?" diye karşılık verdi Zeth, alaycı bir sesle tıslayarak.
"Hmpf..."
Myra hışımla, büyücüyü sıyırarak öne çıktı ve birkaç adım ilerleyip yaklaşmak olan faytonu beklemeye başladı. Sürücünü ya da herhangi birinin onu görebileceği bir yere geldiklerinde beceriksizce el salladı. Zihninden bir dolu küfür sıralamayı da ihmal etmedi Zeth için.
Sürücü, genç kadını fark edip katırları durdu. Myra bir iki adım ilerleyip hayvanların yanından geçti. Sürücü orta yaşlı, göbekli bir adamdı. Gözleri cin gibi bakıyordu. Genç kadın yaklaşırken kendince sırtını dikleştirip hoş gözükmeye çalıştı. Myra midesinin bulandığını hissediyordu. Yaklaştı ve sürücüyle bir şeyler konuşmaya başladı. İlerdeki adamı gösterdi sürücüye, adamın yüzü asıldı; ama sonra kadına dönüp gülümseyerek başını salladı. Myra bir iki adım geri çekilip kara cüppeliyle eliyle gel işareti yaptı.
Zeth' in şakağında belli belirsiz bir damar attı. Siyah gözlerinden kızgınlığı belli oluyordu. Kolaylıkla arabasını alabileceği, işkenceler içinde bırakabileceği ya da herhangi bir şekilde iradesini kırabileceği salak ve değersiz bir adamın onu kabul etmesini bekliyordu. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp derin bir nefes aldı. Sonuçta, bu güvenli olan yoldu. Ayrıca rahattı da. Yavaş adımlarla kızın yanına yaklaştı, yüzündeki kızgınlık yerini sert bir mizaca bıraktı. Oysa Myra' nın yüzü hoşnutsuzluğunu belli ediyordu. Sürücünün ise salyaları akmak üzereydi. Zeth, eğer bir büyücü olmasaydı, Myra onu oldukça fena bir şekilde pataklayabilirdi. Yaşlı adam kendini toparlayıp, "Hoş geldiniz beyim," dedi, sesindeki yapmacıklık hemen fark ediliyordu. "Eğer acele edersek, gün batmadan şehre varmış oluruz," dedi. Myra bakışlarını kara cüppeliye dikmişti.
Ansızın arkadaki faytondan uçarak bir şey geldi ve sürücünün kafasına çarpıp tok bir ses çıkardı. Arkadaki faytonda genç, sıska bir delikanlı ile kilolu bir kadın vardı. Kadının saçları bigudilere dolanmıştı, ayakta duruyor ve elindeki kepçeyi sallıyordu hışımla.
"William!! Seni pis gudubet mahlûk! Taze et görmüş kurtlar gibi ağzının suyunu akıtmayı kes!! Onları buraya yolla aşağılık herif!"
Kadın suratındaki öfkeli ifadeye rağmen sevimli bir tipe benziyordu. William dediği adam kafasına çarpan oklavayı alıp başını ovdu ve aniden hafifçe yana eğilip uçan metal bir kepçeden son anda kurtuldu. Genç kadına ve adama arkaya gitmelerini işaret etti ve homurdanıp katırların yürümesi için kırbaç şaklattı.
Zeth, sakince bir nefes aldı ve Myra da hafifçe kıkırdadı. İkisi birden arkadaki faytona yaklaştıklarında kadın oğlunu arka tarafa itekledi ve misafirlerini güler yüzle karşıladı.
"Ah, tanrım!" diye bir feryat koydu hemencecik, "Bu halde neyin nesi zavallı yavrum!" Büyücüye döndü, "Yoksa ona bunları giydirip onu böylesine döven sen misin?!" Sonra hızlı bir hareket ve şefkatli bir ses tonuyla tekrar Myra' ya döndü ve çıkması için ona elini uzattı, "Ah, ah. Gel buraya küçüğüm. Söyle bana, ne oldu sana böyle? Bu kılıkta nedir, ah tanrım!"
Zeth' den olabildiğince yüksek bir "Hıh" nidası çıkmıştı sadece, adam gözlerini devirip bir kez daha derin bir iç çekti. Sevilmemeye ve her zaman ilk şüpheli olmaya alışkındı. Sessizce durdu kenarda ve Myra' ya bakmaya başladı. Genç kadın üstündeki paçavralardan memnun değildi; ama paçavralarının bir başkasının yüreğine ineceğini hiç düşünmemişti. Utangaçça ve gayet saygıyla kadına durumun öyle olmadığını anlatmaya çalıştı. Kadın bir süre sonra ikna olmuşa benziyordu, "Ah küçüğüm, ah," deyip duruyordu ha bire. Kadın büyücüyü süzdü; ama bu sefer bakışları azarlayıcı değildi.
"Hadi, hadi. Acele et genç adam," diye şakıdı, sonra Myra' yı faytonun içine doğru itekledi, "Bred! Bred! Öne geçte katırları sür seni miskin velet."
İnce, uzun, çocuk içerden çıktı ve sürücü yerine oturdu, "Yardım ister misinizi bayım?" diye sordu, çilli bir suratı vardı ve sanki biri onu küçükken ellerinden ve ayaklarında tutup sıkıca çekmiş gibi duruyordu. Zeth homurdanıp faytonun sürücü kısmına tırmandı ve çocuğun yanına oturdu. Tombul kadın faytonla sürücü bölmesi arasındaki pembe çiçekli perdeyi çekti. İçerden hâlâ yakınmaları geliyordu. Şehrin gürültüsünden kaçmak için ormandan yolculuk etmeyi seçmişti. İnsanlardan uzak durmak için keçi patikaları dışındaki yolları nadiren kullanırdı. Şimdi ise tıngırdayan bir faytonda iletişim kurmasına ihtimal olmayan tiplerle bir aradaydı. Suratı gittikçe asılırken gözlerini yola dikti.
Kadının konuşmaları, Myra' nın sözcüklerini bastırıyordu. Genç kadın esir alınmış gibiydi, takırtılar tokurtular geliyordu içeriden. Tombul kadının, "Seni bu paçavralardan kurtarmak gerek" dediği duyuldu, "Bred! O sedef kakmalı ahşap sandığı nereye koydun çocuk?" diye seslendi içeriden. Oğlan kafasını çevirmeden cevapladı, "Orda bi' yerde olmalı annee."
"Ah buldum işte!"
"Hanımefendi, gerçekten hiç gerek yok. Ben bö--"
"Hâlâ o paçavraları çıkarmadın mı sen?"
"A-ama ben--"
"Çıkar hadi, çıkar."
Birkaç takırtı daha duyuldu, sonra bir sessizlik bürüdü ortalığı. Sonra tombul kadının sesi duyuldu, "Hmm... ah bi'tanem senin yaşındayken Matilda Anne' nin memeleri daha büyüktü! Sana hiç mi yemek yedirmemişler, sütun gibisin!"
Yüzü giderek kızarırken Zeth bu utanç verici cümleyi duymamış gibi yaptı. O, böyle bir konuşmaya asla tanık olmamıştı. Ona göre kadınlar, garip yaratıklardı. Biri onlar hakkında kitap yazmalı diye düşündü. Böylece kolay bir şekilde öğrenebilirdi. Oğlana döndü,
"Ne kadar yolumuz var şehre?" diye sordu.
"Ööö... Sanırım bütün gün gidersek... Akşama varırız," diye yanıtladı onu, o arkada olup biteni algılamıyormuş gibi görünüyordu. Aptal aptal önüne bakıyor ve arada bir eğeri çekiştiriyordu.
"Eğil, dikkat et soğuktur," dedi Matilda' nın sesi içeriden, bir kova dolusu suyun boşalmasına benzer bir şey duyuldu ve karşılık olarak ufak bir çığlık kopardı Myra.
"Ahahaha, sana soğuktur demiştim. Gel de şunları temizleyelim," birkaç dakika içinden, perdenin arkasından buram buram melisa kokuları yükseldi, "belki de sana korse giydirmeliyiz, o zaman göğüslerin daha büyük görünür," dedi Matilda.
"Ha-hayır... Böyle i-iyi. Teşekkürler," diye yanıtladı onu Myra, ses tonundan yüzünün ne kadar kızardığı ve utanmış olduğu belli oluyordu. Zeth' in yüzüne bir sırıtış yayıldı, bu sefer arkadan gelen sesler onu eğlendirmişti. Çantasından kitabını çıkardı tekrar ve birkaç gecedir boğuştuğu mısraları bulup çalışmaya devam etti.
On dakika kadar sona Matilda' nın perdeyi hışımla açması yüzünden oğlan da Zeth de yerlerinden zıpladılar hafifçe. Matilda perdeyi bir yere sabitledi, tatlı bir melisa kokusu vardı hâlâ. Tombul kadın halinden hoşnut gibiydi. Myra faytonun arkasında oturuyor, arkalarında kalan yola açılmış kanatlı kapılardan dışarıyı izliyordu. Matilda oğluna ve büyücüye koca bir dilim elmalı turta uzattı, "Hadi yiyin bakalım, öğlen yemeği için durmayacağız," dedi ve göz kırpıp, "Ben yaptım, buralarda kimse Matilda gibi iyi turta yapamaz," diye şakıdı ve arka tarafa, Myra' nın yanına geçti. Zeth, turtadan bir ısırık aldı ve gerçekten güzel olduğunu düşündü. Yakında öğleyi geride bırakacaklardı ve bu kısa sürede varacaklarına işaretti. Kitabına geri döndüğünde kaşları çattı gene. Eski bir parşömenden bulup kitaba eklediği bu büyü ona çok zor ve karmaşık geliyordu. Dili bilmesine rağmen terimler onu oldukça zorluyordu. Hepsi bir yana, büyünün daha ne işe yaradığını bile çözememişti. Kafasını kitaptan kaldırıp iç geçirdi ve hafifçe arkaya dönüp Myra' ya baktı. Savaşı kaybettiği beli oluyordu. Parlak turuncu rengindeki saçları omuzlarına oradan da sırtına yayılmıştı. Temizlendiği için, çok kısa olan kâkülleri alnında rahatça seçilebiliyordu. Matilda önden birkaç tutamı arkaya doğru bağlamıştı, bu Myra' nın yüzünü ve dolayısıyla hafifçe pembeleşmiş yanaklarını da ortaya çıkarıyordu. Üzerinde; fazla zarif olmasa da göze hoş gelen beyaz işlemelerin olduğu soluk yeşil bir elbise vardı. İç etekliği hafifçe kabarıktı ve etek uçlarından beyaz beyaz uzanıyordu faytonun ahşap zeminine. Omuzları düşmüş ve geniş kolları Myra için uzun gelmişti. Matilda ona turtadan bir dilim verirken bakışlarını yerden alamadı. Zeth' in, onun bu haline içten içe gülüşü yerini yavaşça alaycılıktan şefkate bırakıp dudaklarına yayıldı. Genç kadın, kendi içinde hâlâ bir çocuk gibiydi. Yalnız ve savunmasız kalmak onu kendince güçlendirmişti. Bir... Kabuğu vardı, sert ve kırılması güç. Belki de başı hiç okşanmamıştı, sevgi görecek kimsesi olmamıştı. Tıpkı... Tıpkı benim gibi, diye düşündü Zeth. Sonra irkildi, düşüncelerinin farkına vardı ve onları zihninden uzaklaştırıp önüne döndü. Yüzüne geri dönen o suratsız ifadeyle tekrar kitabına gömüldü.
"Kocan kitaplarla senden daha fazla ilgileniyor sanki" diye bir mırıltı yükseldi arkadan.
"O benim karım değil!" diye hızla geriye döndü Zeth, bu sırada boğuk bir öksürükle nefessiz kalmış Myra' nın sırtına vuruyordu Matilda, "Ayh! Dikkat et, yukarı bak bakayım. Nefes al kızım."
Zeth yanaklarının yandığını hissetti, utanıp sıkılmıştı iyice. Bu da neydi ki şimdi böyle? Bedensiz bir gölgeden duymak ayrı, bu yaşlı kadından duymak ayrıydı. Myra birkaç kez daha öksürdü, başını salladı. Yanakları yakında saçlarından daha parlak olacaktı. Tombul kadın Zeth' e, hadi canım, dercesine bir bakış atmıştı. Sonra genç kadına bir kadeh şarap ikram etti, böylece Myra' nın öksürüğü geçti.
"Yine de," dedi kadın, "bir adam, güzel bir kadın yerine kitaplara gömülüyorsa... Bu hayra alamet değildir." diye mırıldandı. Myra' dan ufak bir boğulma-öksürme karışımı sesler yükseldi. Matilda onun sırtın vurdu hafifçe ve bir mendil uzattı. Zeth, hışımda önüne dönüp kitabına daha da gömüldü. Artık öfkelenmeye başlamıştı, nende insanlar burunlarını hep başkalarının işine sokarlardı ki? Genç olabilirdi, aslında orta yaşlı sayılırdı; ama yine de gücü birçoklarından fazlaydı. Dilinin ucuna gelen sözleri yuttu sinirle, kitabının sayfaları arasına şuursuzca gömdü kendini.